Pehlivan Ve Süngü

    • Genel
    • off-topic

    Bu internet sistesi çerezleri kullanmaktadır. Bu siteyi gezmeye devam ederek, çerezlerin kullanımı hususunu kabul ediyorsunuz. Daha fazla ayrıntı

    • Pehlivan Ve Süngü

      Bir sure once messenger üzerinden uzunca zamandır sohbet ettiğim Sırp bir arkadaşımın bir sorusunu gördüm, bizzat bana yazdığı bir soru da şöyle diyordu.

      ''Eski komutanlarımızin savaşla ilgili yazılarını, kitaplarını ve taktiklerini araştırmam gereken bir ödev verildi bana, tabii ki sadece Sırp değil diğer ırkların komutanlarini da araştırıyorum ama bir sey dikkatimi çekti. Ozellikle silah çıktıktan ve sungu ona takıldıktan sonra, hemen hemen butun komutanlar ki buna bizim komutanlarda dahil, sizinle süngü savaşına girmekten hep çekinmiş, neden böyle olmus ki? Sizin ne farkiniz var?''



      Soru aynen böyleydi, e tabii tarih fakültesi bitirmiş olmanın da etkisiyle yüzüme bir tebessüm yerleşti. Ve dedim ki neden bunun konusunu açmıyorum? Neden Türklerle süngü savaşına girilmez ve bunun pehlivanla alakası ne? Hemen konuya geçelim.



      Sicim oğlu Halil Pehlivan (1889-1934)


      Bu pehlivani ilk duyduğumda kendisini bir diğer pehlivan sicimoglu Halil ile karıştırmıştım. Diger Halil pehlivan Abdülaziz zamanında saraya getirilmiş bir pehlivandir, Saraydaki bütün pehlivanlari bir bir yenince sıra daha once de adi geçmiş meşhur Alicoya gelmişti. Ancak guresten onceki gun vefat etmiştir, köylüleri ise hala ondan korkan saray pehlivanları tarafından zehirlendiği düşüncesindeler. Saray ise o zamanlar ayran içtiği kaptan kaynaklanan bir şeyden dolayı zehirlendiğini söylemişti. Bende bu kişiyi o kişiyle karıştırmıştım ancak doğum tarihlerinin farklı olmasi baska kişiler olduklarını göstermektedir.vPeki kimdir Sicimoglu Halil pehlivan?

      Sivaslılar arasında destansı ad bırakan Sicimoğlu Halil Pehlivan, 1889’da Yıldızeli’nin Direkli bucağına bağlı Yücebaca köyünde doğdu. Babası Celal de pehlivandı ve gücü dillere destandı.

      Böyle bir ortamda büyüyen Halil’i baba Celal, güreşe özendiriyor, kendisi gibi bir pehlivan yetiştirmek istiyordu. Bu dileğinde başarılı da oldu. Halil, daha ilkgençlik yıllarında tuttuğu güreşlerde göz doldurmaya başladı. Köy düğünlerinde adı duyulunca ünü Sivas yöresinde yayıldı. Ün, ünü getiriyor, birbiri ardına yaptığı tüm güreşleri kazanıyor, adı sanı dalga dalga yayılıyordu. Artık o da büyük bir pehlivandı ve babasının adına dayanarak “Sicimoğlu” adı ile anılıyordu..

      Ne olduysa o günlerde oldu. Anadolu insanını eriten, bitip tükenmeyen savaşlardan biri daha patladı. Halk “Seferberlik” diye adlandırıyor, korku dolu gözlerle karalık geleceğe hazırlanıyordu. Seferberlik, kıtlık, açlık ve ölüm getiren bir tufandı. Kimi niçin savaşıyordu, kimse bilmiyordu. Gençler asker çağrılıyor, halk çocuklarını türkü ve ağıtlar eşliğinde sonu belirsiz yolculuğa yolcu ediyordu. Bütün yaşıtları gibi Halil de 1914 yılında askere alındı. Kısa süre sonra kendini tarihe 1. Dünya Savaşı” adı ile geçecek ateş çemberinin içinde buldu.
      Doğu Cephesinde Sarıkamış’ta ateş çemberinin ortasındaydı. Savaş Tanrısı Mars, kanlı tırpanı ile gençleri acımasızca biçiyordu.
      Halil, Doğu Cephesinde piyade eri olarak Kuzeydoğu Anadolu’nun suları üç denize akan yaylalar ve dağlar bütününün düğüm noktasındaydı. Dağlar şahlanmış gibiydi. Kar ve tipi bu dağların en asi gücüydü ve yer gök kalınlığı bir buçuk metreye varan karla kaplıydı. Tipiler, günü gece gibi karartıyor, beş adım uzaklık görünmüyordu.
      Böylesin zorlu bir ortamda Halil Pehlivan Allahuekber Dağlarında Rus hatlarını yarmak üzere saldırı birliğindeydi. Çılgın kar tipisi, gece gündüz demeden günlerdir sürüyordu. Karanlık bir ormanda kar bir metreyi aşıyordu. Soğuk, 2500 metreye varan bu yükseklikte sıfırın altında 30 dereceydi Allahuekber dramının en korkunç gecesi yaşanıyordu. Kar ve tipi içinde gece baskınları yapmak Rusların uzmanlığı gibiydi. Keçe kalçınlı, uzun pantolonlu, başlarında kocaman papaklarla birer kardan adam biçimine dönüşmüşlerdi. Saçları sakalları buzlarla bezenmiş Rus askerleri, tipili karanlığın içinde kardan biter gibi bitiyor, silah ve süngüleri ile salıyorlardı.
      Giderek daralan kuşatma Halil Pehlivanın bulunduğu birliği içine aldı. Subaylar sağa sola atılıyor, bir intihar arayışı gibi çözüm bulmaya çalışıyorlardı. Komutan, birliğe süngü taktırarak çemberi yarma buyruğu verdi. Ölüm ayini başlamıştı
      Halil, Mehmet Çavuş’la, Zaralı Osman Kantar’ın yakınında savaşıyordu. Tarihin tanığı olan bu iki kişinin anılarından Halil pehlivanın savaşı günümüze ulaşacaktı Türk askerler, Ruslar karşısında aslanlar gibi vuruşurlardı. Ne var ki Halil Pehlivan bir başkaydı. Güreş tutarken büründüğü esriklik ortamını yaşıyordu. Elindeki süngülü tüfeğe taktığı Rus askerini omzundan arkaya fırlatıyordu. Böylece elli-altmış Rus askerini biçmişti. Ama soğuğun erittiği Türk birlikleri, Ruslara göre çok cılızdı.ve Ruslar biçmekle tükenmiyordu. Çember iyice daralırken Halil dev gibi bir Rus askeri ile yüz yüze geldi. Onu da süngüleyip omzundan atmak istedi ki, elindeki tüfek kırılıp parçalandı. Halil, tüfeğin elinde kalan parçasını sopa gibi kullanmaya başladı. Elinde kalan parçayı önüne gelen düşmanın kafasına indiriyor, tümünü dağıtıyordu. Ne var ki, bu arada birlik iyice erimiş, eldeki mermi bitmişti. Komutan teslim bayrağı çekmek zorunda kaldı ve birlik Ruslara teslim oldu.


      Buraya kadar olan kısımda neden Türklerle süngü savaşı yapılamadığı anlaşılmıştır sanırım. Peki Sicimogluna ne oldu?



      Devam edelim...

      Halil, Hazar kıyılarında bir tutsak kampına götürülen kalabalık tutsak topluluğu arasındaydı. Doğru düzgün yemek verilmeyen kampta, günler ayları kovalıyor, bir türlü zor tutsaklık günleri bitmiyordu.
      Bir gün Çariçenin araba ile tutsak kampına gelmesi ile kampta bir şenlik havası esti. Çariçe güreş tutkunuydu ve Türklerden çok büyük güreşçiler çıktığını işitmişti. Tutsaklar arasında bulunması olası bir Türk pehlivanla kendi pehlivanını güreştirmek istiyordu.
      Tercüman aracılığı ile tutsaklar arasında pehlivan olup olmadığını sordurmakla işe başladı. Tutsaklar arasında sessizlik başlar. Kimse böyle bir çağrıya ne yanıt vereceğini bilemiyordu. Bu ne demekti? Belki de başlarına büyük bir sorun açılacaktı.
      Rus çevirmen Halil’in bulunduğu çadırın önüne gelip aynı soruyu sorunca Halil, titremeye başladı, yüzü sapsarıydı ve olağanüstü heyecanlandığı gözleniyordu.
      Mehmet Çavuş, korkulu gözlerle Halil’e dönü sordu
      “Ne o Halil hasta mısın? Ne bu halin?”
      “Çavuşum, ben güreşmek istiyorum!” diye karşılık verdi Halil.
      Mehmet Çavuş kuşkuluduydu. Halil’i bu düşünceden döndürmek istedi:
      “Aman aslanım biz esiriz. Nemize gerek güreş. Başımıza iş açarız. Boş ver güreşi” dedi.
      Halil’in titremesi ve heyecanı sürüyordu ki Rus çevirmen Halil’in güreşçi olduğunu anladı. Mehmet Çavuşun engellemesini aldırmadan Halil’i güreşe çağırdı.
      “Hadi yiğit, korkmuyorsan çık, güreşçi olduğunu göster.”
      Çevirmen Çariçenin önlünü hoş tutmak için kışkırtıcı sözlerle alil’i meydana çekmeye gayret ediyordu.
      Halil’in gözü Mehmet Çavuşun üzerindeydi. Çavuştan izin koparmak için yalvarıyordu:
      “Ne olur Çavuşum bir izin ver, bir çıkayım şu Rus’un karşısına”
      Mehmet Çavuş ikircikte kalmıştı. Böyle bir karşılaşma sorumluk isteyen bir karardı. Kendisi böyle bir sormuğu üstlenecek konumda değildi. Rus çevirmene komutanını görmek istediğini söyledi. Rus, önce Mehmet Çavuş’un komutanla görüşmesine izin vermek istemediyse de, güreşle ilgili konuşulacağını anlayınca olur verdi. Mehmet Çavuş, Halil’i yanına alıp Binbaşı Abbas Beyin karşısına çıkarak durumu binbaşıya anlattı:
      Abbas Binbaşı da uygun bulmuyordu bu güreşi:
      “Biz esiriz. Esrirler böyle işlere karışmaz” dedi.
      Sonra Halil’e döndü “Belki de bu bir hile. Yenilecek olursan bütün birliğin hayatı tehlikeye girer” diye düşüncesini bildirdi.
      Halil, güvence veriyor, komutandan izin koparma için yalvarıordu:
      “Kumandanım, Allah’ın inayeti ile, sizin yüzünüzü kara çıkarmayacağım. Onların bir pehlivanı değil; on pehlivanını arka arkaya dizseler yenerim”
      Bunun üzerine, Abbas binbaşı, çariçe ile yüz yüze görüşme isteğinde bulundu. Ne var ki tutsak bir komutanın Çariçe ile görüşmesi olanaksızdı. Ancak Rus komutanla görüşebilirdi. Nitekim öyle oldu. Abbas Binbaşı Rus çevirmenle önce Rus kamp komutanı ardından Çariçe’yle görüştü. Durumu enine boyuna öğrendikten sonra güreşe razı oldu. Dönüşte Mehmet Çavuşa durumu özetledi:
      “Çariçenin kötü bir niyeti yok. Yalnız güreşi çok seviyor. Yenene, yenilene ne ödül, ne de ceza var. Türklerden çok iyi pehlivanlar çıktığını duymuş. Türk pehlivanları görmek istiyor, tümü bu. Çariçeye “birliğimde adıbelli bir pehlivan yok. Halil kendi çapında bir köy pehlivanı. Ama onun Türkleri temsil ettiğini sanmayın” dedim. Ama Çariçe bu güreş için üsteledi. Sonunda ben de kabul ettim. Şimdi bütün Türk esirlere söyleyin. Yarın güreş yapılacak. Kesinlikle herhangi bir taşkınlık yapmayın.”
      Ertesi gün geniş bir yerde güreş alanı hazırlanmış, güreşçileri bekliyordu. Tel örgünün bir yanında önlerinde binbaşı Abbas Bey oturan Türk tutsaklar bulunuyordu. Karşı yan Rus subay ve izleyicilere ayrılmıştı. Önlerinde Çariçe yerini almıştı.
      Önce Rus pehlivan geldi. Rus pehlivan da, pehlivandı hani… Uzun boylu, endamlı, sarışın bir delikanlıydı. Sürekli vücut çalıştırdığı ilk bakışta belli oluyordu. Gergin kasları, dingin, gövdesi ile göreni hayran bırakıyordu. Ardından gelen 1.85 boyunda, 96 kilo ağırlığındaki Halil, Rus pehlivanın koltuğu altında kalıyordu. Tutsaklık yüzünden teni solgundu. Türk tutsakları bir umutsuzluk aldı. Halil Pehlivan bununla nasıl başa çıkacaktı?
      Türk tutsakların kuşkulu bakışları arasında Rus pehlivan gidip Çariçe’nin elini öptü, Halil başı ile selamlayarak güreşi başlatmış oldu.
      Rus Güreşçi meydanda boy gösterip gösteri yaparken Halil sürekli peşrev çekerek dolaşıyordu. Yaşananlar ilahi bir şöleni andırıyordu. Halil perdah yaptıkça vücudu genişliyor, boğazı şiştikçe şişiyor, göğsündeki muska boğazına yapışıyordu. Bunu göğsündeki ve tepesindeki kılların dikleşmesi izledi. Giderek gövdesi şişiyor, büyüyordu.
      Rus güreşçi peşrev çekme bilmiyor, garip bakışlarla Halil’in gösterisini izliyordu. Türk tutsaklar, gerilim içinde olacakları bekliyorlardı. Nefesler tutulmuş, gözler yoğunlaşmıştı. Halil pehlivanın yengisi için dualar ediliyor, dudaklardan “Tanrım bizi utandırma” duaları dökülüyordu.
      Ruslar, kesin yengiye inanıyorlardı. Kahkahalarla gülüşerek, çığlıklar atarak gösterinin tadını çıkarıyorlardı. Mutluluklarına diyecek yoktu.
      Halil’in peşrev gösterisi uzadıkça Rus pehlivan sabırsızlanmaya başladı. Bir yükü omuzlarından atıp rahatlamak ister gibi, bir an önce güreşe tutuşmak istiyordu.
      Daha fazla dayanamayıp Halil’le tutuştu. Karşılıklı el enselerle Pehlivanlar birbirinin gücü deneme faslının ardından güreş başladı. Bir iki elensenin ardından Rus pehlivan, Halil’in sandığı ölçüde kolay lokma olmadığı anladı. İyi bir güreşçiyle karşı karşıyaydı. İyice tutuşmuşlardı. Bir Halil pehlivan, bir Rus pehlivan alta düşüyor, acımasız güç yarışı olanca hızıyla sürüyordu.
      Giderek çariçenin de heyecanlandığı gözleniyordu. Halil iki kez alta düşünce yerinden kalkıp seyre koyuldu. O anlarda Türk tutsakların yüreği ağızlarına geliyordu. Mehmet Çavuş’un yanında duran Sivaslı Ali de güreşçiydi ve karşılaşma üzerine sürekli Mehmet Çavuş’a bilgi veriyor, onu rahatlatıyordu. Ali’nin söylediklerine göre Halil. Bir iki kez Rus’u devirme aşamasına gelmiş, ama güreşi uzatmak için Rus’u devirmemişti. Halil kesin kazanacaktı. Bu bilgiler Mehmet çavuşu rahatlatıyor, ama korkusunu gidermiyordu. Güreş uzadıkça heyecanı artıyordu.
      Derken Halil’in Rus’u göğsünden kapıp kaldırdığı görüldü. Bu inanılmaz bir andı. Türk tutsaklar çılgınca alkışlıyorlar, kutluyorlardı. Halil koca Rus pehlivanı kucaklamış öne doğru yürüyordu. Rus pehlivan kucağında Çariçenin önüne doğru ilerledi. Adamı havaya tutarak durdu, bir an duraksayarak Çariçe’nin emrini bekledi.
      Ayağa kalkan Çariçe, eli ile yere vurmasını işaret ediyordu. Rus güreşçi çırpınıyor, umutsuzca bağışlanma bekliyordu. Bir an düşünen Halil Çariçe’nin emrine direniyor, yere vurmak istemiyordu. Yüzünde acıma duygusu egemendi. Ama Çariçenin buyruğu sürüyor, “Vur yere!” diye üsteliyordu.
      Bir yandan da Binbaşı Abbas Bey bağırıyordu:
      “Halil, vur yere, Çariçe buyuruyor!”
      Halil, omuzu üstünde tuttuğu pehlivanı yavaşça sırt üstü yere bıraktı.
      Türk tutsaklar coşku içinde birbirine sarılıyor, sevinç gözyaşları arasında birbirini kutluyordu. Çok şükür Tanrı Türkü utandırmamıştı!
      Bu arada Çariçe’nin Halil’i yanına görüldü. Çevirmen aracılığı ile ışıldayan gözlerle bir şeyler anlatıyor, Halil’in sözlerini bekliyordu. Uzun bir konuşma olduğu anlaşılıyordu. Halil’in sürekli başını iki yana salladığı görülüyordu.
      Neydi Halil’le Çariçe arasında geçen?
      Yarım saat kadar sonra Halil, arkadaşlarının yanına geldiğinde arkadaşları kendine sarılmış ağlıyordu. Sevinç sarhoşluğu içinde hemen herkes birtakım şeyleri unutmuş, ama Mehmet Çavuş unutmamıştı. Bir ara fırsat bulup sordu:
      “Halil, Ali senin bilerek güreşi uzattığını söylüyor. Yenecek anlar gelmiş, yenmemişsin. Bu doğru mu?”
      “Doğru Çavuşum. Bu değil, sırayla on Rus pehlivanı daha gelse, yine yenerim. Zaten ben bunu yeneceğimi, daha ilk elde anlamıştım. Çariçe’nin güreşi çok sevdiğini gördüm. Onun için işi biraz uzattım.”
      “Güreşten sonra, Çariçe ile ne konuştunuz? Neydi bu uzun konuşma?”
      “Bana, ‘seni yanıma alayım. Her gittiğim yerde güreş. Böylece esirlikten de kurtulmuş olursun’ dedi. Ben de ‘arkadaşlarımdan ayrılıp sizinle gelemem’ dedim. Bunun üzerine ‘yazık senin devletine ki, senin gibi bir pehlivanı cepheye ölüme sürüyor’ dedi. Böyle bir konuşma geçti aramızda.”
      Tutsaklık sürerken, aralıklarla güreş karşılaşmaları yapılıyor, Ruslarla Türkler arasında güç yarışı deneniyordu. Ama her defasında Halil karşısında çıkarları çerez gibi eziyordu. Halil buna benzer birkaç güreş daha yaptı. Tümünde karşısındakileri yendi.
      Yeni bir güreş günü öncesinde garip bir olay yaşandı. Ayrı bir koğuşta yatacağı gerekçesi ile Halil kaldığı koğuştan alındı. Kendisine tek başına uyuyacağı bir odaya götürüldü.
      Ertesi günkü güreşte Halil rakibini kolayca yere vururken rakibine seslendi:
      “Beni bacınla yeneceğine, kendin yenmeye çalış.”
      Türk tutsaklar bu sözlere şaşırmıştı. Ne demek istiyordu Halil?
      Yanlarına döndüğünde bu konuşmanın nedenini anlattı:
      Ferah odada Halil tek başına uykuya dalmak üzereyken bir Rus güzeli içeri girmiş, kendisiyle sevişmek istemiş. Halil reddetmişti. Bir süre sonra uykuya daldığı sırada aynı kız, yeniden odaya dalmış, koynuna girmek için diremiş. Halil uykulu gözlerle yataktan kalkıp kızı odadan dışarı atmıştı.
      Halil’in konuşmasının nedeni buydu.


      Işte bu da pehlivan ve süngünun hikayesi, Halil ise daha sonra memleketine dönmüş ve kalp krizinden ölmüştür. Umarım zevkle okumuşsunuzdur.

      • Devletin dini adalettir. Hz Ali